Dr. Halil Özak’ın, “Almanya’da ‘sadece Türkiye’den göç’ için özel müzeler kurulması” önerisi dikkat çekti

Berlin. “Bir Yeni Cumhuriyet İçin” adlı internet sitesinde Osman Çutsay tarafından gerçekleştirilen mülakatta, Almanya’da AfD’nin yükselişi ve göçmenlere bakış açısından ülkede yaşayan Türklere ve göçmenlerin sorunlarına kadar pek çok konuda fikirlerini ve önerilerini dile getiren Dr. İ. Halil Özak,  “sadece Türkiye’den göç” için özel müzeler kurulması gerektiğini söyledi.

1970’lerden bu yana üniversite öğrenimi için geldiği Frankfurt’ta yaşayan ve çalışmalarını sürdüren Dr. İ. Halil Özak, Federal Almanya tarihinde göçmenlerle ilgili önemli boşluklar bulunduğunu, bu boşlukların artık adım adım kapatılması gerektiğini savunuyor. Bir dönem yayıncılık da yapan Dr. Özak, Frankfurt gibi Türkiye kökenli nüfusun yoğun olduğu birçok Alman kentinde “sadece Türkiye’den göç” için özel müzeler kurulması gerektiğini, bunun bu ülke tarihi için de özel bir anlamı olduğunu hatırlattı.

– Bir süredir Türkiye ve Frankfurt ile doğrudan bağlantılı bir kurumlaşma çalışmaları içindesiniz. Bugün de çevresiyle birlikte “Türkçeli” yoğun bir nüfusa sahip Frankfurt-Main, 1961’de başlayan Türkiye’den Almanya’ya kitlesel emek göçünde öne çıkan kentlerden biri… Siz bir süredir bu emek göçüyle kent ilişkisini içeren bir kurumlaşma, bir tür müze çalışması içindesiniz. Neden böyle bir müze çalışmasını gerekli gördünüz? Nasıl bir boşlukla karşı karşıya olduğumuzu düşündünüz?

İ. HALİL ÖZAK – Aslında şöyle: 30 yıl önce Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde DOMID göç müzesi kurulurken kısa süre kurucu arkadaşlarla birlikte olmuştum. Çalışmalarına tanıklık etmiştim. Yani DOMID’deki gelişmeyi hep yakından izleme fırsatım oldu.

DOMID’in kurulmasından sonra bende “Türkiye’den Frankfurt’a Göçün Müzesi”ni kurma fikri doğdu. Tabii, uzun yıllar yoğun işlerde, 13-14 saatlik işgünü halinde çalıştığım için bu müze çalışmasına bir türlü başlayamadım. Bugünlere kaldı.

Türkler 1961 yılından beri Frankfurt’ta yaşıyorlar ve çalışıyorlar. Şehirdeki en büyük göçmen grubunu oluşturuyorlar. Frankfurt’taki Türk göçmenler artık her iş kolunda işçi ve birçok iş dalında da işveren durumundalar. Onlar Almanya’da hem üretici hem tüketici hem de işletmeci olarak ekonomik uyumu çok uzun yıllardır tamamlanmış bir toplum.

Frankfurt’ta sosyal hayatın her alanında dernekler yoluyla örgütlüler. Ayrıca, Türk göçmenler arasındaki sendikalılık oranı oldukça yüksektir.

– Bu hep böyle miydi?

İ. HALİL ÖZAK – Burada biraz tarihe dönelim. Mesela, Köln’deki Ford fabrikasında o ünlü 1973 grevinin taşıyıcıları ve önderleri Türk işçileridir. Ben o grevin önde gelenlerinden olan Mustafa Tutkun’u ve Baha Targün’ü yakından tanıdım. Baha Targün ile Frankfurt’ta, o Aydınlık gazetesinde çalışırken hemen hemen her gün görüşürdüm. Baha bana Ford fabrikasındaki o grevin, sendikanın itirazlarına ve engellemelerine karşın, Türk işçilerinin öncülüğünde, bütün işçilerle birlikte yürütüldüğünü anlatırdı. Baha’yı Der Spiegel’in kapağına büyük bir fotoğrafıyla taşıyan bu  grev, bugün çok bilinmeyen bir konudur ama göçmen işçilerin direnme, mücadele etme tarihlerinden de karakteristik bir kesittir.

Ben 1976-1977 yıllarında, Hannover’deki bir eski kabloları dönüştürme fabrikasında, sendikalaşma mücadelesine de şahit oldum. Büro çalışanlarının ve ustabaşıların dışında, çalışan 30’a yakın işçinin hepsi Türkiye’den gelen göçmenlerdi. İşçilerin bir kesimini tanıyordum. Fabrikada, mesai saatleri dışında çalışılan bir-iki saatin ödenmemesi veya normal saat ücreti üzerinden ücretlendirilmesi, işe uygun iş elbisesi, ayakkabı verilmemesi, kabloların işlenmesi sırasında ortaya çıkan, teneffüs yoluyla akciğerde toplanan ince toz parçacıklarına karşı uygun olan özel maskelerin verilmemesi, işçilere sıradan toz maskeleri dağıtılması vb. iş hayatının normal bir parçası idi.

Fabrika çalışanlarından Ali Kılıç, işçiler arasında sözüne güvenilen, saygı duyulan, öne çıkan, doğal bir işçi önderiydi. İşçiler fabrika dışında bile genellikle onun çevresinde toplanıyordu. Fakat fabrikada ne bir sendika üyesi vardı ne de işyeri işçi temsilciliği… Yani, işveren istediği gibi at oynatıyordu.

Ben, Ali Kılıç ve şimdi hayatta olmayan, o zamanlar siyasi bilinci yüksek bir işçi olan Halit Ayaroğlu, üç samimi arkadaştık. Halit’in önerisi ile IG Metall sendikasının Hannover temsilciliğine gittik. O günden sonra Çorum’un, Sivas’ın, Yozgat’ın, Ordu’nun, Türkiye’nin genellikle kırsal kesimlerinden gelen göçmen işçilerin emek mücadelesi başladı. Ben hem sendikanın hem de işçilerin tercümanı olduğum için, bu işyerindeki mücadeleyi adım adım sonuna kadar izledim. Aylar süren mücadelelerden sonra, hem çalışan işçilerin çok büyük bir bölümü sendikalı oldu hem de işyeri işçi temsilciliği kuruldu. O işyerinin doğal önderi konumundaki Ali Kılıç da işyeri temsilcisi oldu.

Değindiğim olaylar benim bildiklerimin sadece birkaçı. Bunlara ek olarak Odenwald’daki, Pirelli lastik fabrikasındaki greve katılan Türk kökenli işçiler, o grevci işçilere dağıtılan Türkçe bildiriler var. Thyssen’in çelik fabrikasında greve katılan göçmen Türk işçileri var. Bunlar, Türkiye’den gelen göçmenlerin hayatından kesitler oluşturuyor.

İŞÇİ ETKİNLİKLERİNE ÖZEL DİKKAT ŞART

Türkiye’den gelen göçmen işçilerin çalışma hayatına, ücretlere, işyerlerine özgü mücadelesi, Alman ve diğer göçmen işçilerin mücadelesinden ayrı değil. Ancak, müze kurulduğu zaman, Türkiye’den göçmenlerin de katıldığı işçi eylemlerine bu müzede yer ayırmak gerektiğini düşünüyorum.

Bu anlattıklarım bizim Almanya’daki tarihimizin, iş hayatına özgü, fakat çok küçük bir kesiti.

– Bütün bunların belgelenmesi önemli. Galiba siz de bu noktadan hareket ediyorsunuz…

İ. HALİL ÖZAK – Gerçekten de, bu tarihi kayıt altına alacak bir belleğimiz var mı? Soralım: Bizim, Almanya’daki 63 yıllık belleğimiz nerede?

Müzenin neden “tarihi bir zorunluluk olduğu” konusunda devam edeyim.

Türkiye’den gelen göçmenler, Frankfurt şehrinin sosyal hayatının en aktif olan gruplardan biri, hatta en aktifi. 1961’den beri Türk göçmenlerin yaşamlarının merkezi Frankfurt şehri. Buna karşın, onların geçmişini anlatacak, tarihlerinin ete kemiğe bürünmüş, en özlü, en billurlaşmış şekli olan bir müzeleri yoktur. Başka bir deyişle, göçmenliğin belleği yoktur. İşte gerçekleştirilmesi için çalıştığım müze, bu belleğin oluşmasına katkıda bulunacaktır.

Bugün Almanya’da sanat müzelerinden, teknik müzelere, doğa ve çevre ile ilgili müzelerden, çikolata hatta işkence müzesine, şapka, ayakkabı, deri, düğme, film, karikatür, müzik müzesine kadar, 7 binden fazla müze ve 530 kadar sergi salonu var.

Bilirsiniz, Frankfurt’ta Main nehri kıyısında, çok ünlü bir “Müzeler Caddesi” de var. Frankfurt’ta 39 müze var. O zaman ben sorarım: Neden Frankfurt’ta “Türkiye’den Frankfurt’a Göçün Müzesi” olmasın?

– Türkiye kökenli göçmenlerin, bu ülkeye büyük katkısı olduğunu, ancak bu katkıyı çoğunluktaki yerleşik Alman toplumunun olsun, azınlık Türkiye kökenli toplumun olsun, layıkıyla değerlendirmediğini sık sık hatırlatıyorsunuz. Neden böyle bu? Gerek çoğunluk (Alman) toplumu, gerekse Türkiye kökenliler gibi azınlık toplumu, acaba tam da böyle toplumsal bir bellek yokluğunu mu tercih ediyor? Daha açığı: Bir bellek silme operasyonu mu var uzun bir süredir gündemde?

İ. HALİL ÖZAK – Türkiye’den gelen göçmenlerin Alman toplumuna katkılarını gerçeğe uygun olarak değerlendirmek gerekir. “Gerçeği abartırsanız, gerçek güvenirliğini kaybeder,” diyorum ben. Türkler arasında yaygın bir görüş olan “Eğer biz olmasaydık, Almanya kalkınamazdı,” ifadesi abartılıdır. Gerçeği yansıtmaz. Ama en az onun kadar, şu Almanlar arasındaki “Zaten hepsi mesleksiz işçilerdi, fazla bir katkıları olmadı,” görüşü de gerçeği yansıtmaz.

Türkler Almanya’ya, Almanlar tarafından dişlerine kadar kontrol edilerek, sağlıklı işçiler olarak geldiler. Öğretmenler, memurlar, sanat okulu mezunu kalifiye insanlar dahi düz, mesleksiz işçi sayıldılar.

Frankfurt’ta hiçbir bina, hiçbir montaj bandı, hiçbir işkolu yoktur ki, Türklerin eli değmemiş olsun, Türkler orada çalışmamış olsun.

Türkler hem çalışan, hem de tüketici olarak ekonomiye nüfusları oranında katkıda bulundular. Türkçe gazetelerde, özellikle de Hürriyet gazetesinin Avrupa baskılarında ALDI vb. gibi büyük süpermarketlerin tam sayfa Türkçe ilanlar verdiği görülür. Eğer Türk göçmenler önemli bir tüketici grup olmasaydı, sözünü ettiğim büyük işletmeler onları dikkate almazdı.

Türklerin Alman ekonomisine katkıları sadece işçi, üretici olarak değil, tüketici nüfus olarak da önemlidir.

Bir topluma katkının ölçüsünün değerlendirilmesi, zaman, o toplumun içinde bulunduğu ekonomik durum, işgücüne olan gereksinim vb. olgular dikkate alınarak yapılır. Almanya’da 1950’li yılların sonu, 60 yılların başlarını ele alırsak, diğer göçmenlerle birlikte, Türk göçmenlerin Alman ekonomisine önemli katkıları olduğu kanısındayım.

Fakat Almanya’daki Türk işçileri sadece Alman ekonomisine katkıda bulunmadılar, Türkiye’nin “70 sente muhtaç olduğu, petrol almaya parasının olmadığı dönemde” Türkiye’ye giren tek döviz kaynağı Türkiye dışında, özellikle de Almanya’da çalışan işçilerin gönderdiği dövizlerdi.

– Eğer böyle bir belleksizlik talebi veya eğilimi varsa, bunu nasıl anlamlandırabiliriz? Nasıl tanımlayabiliriz? Neden Türkiyeli toplum belleksiz bir toplum? Bunun nedenler üzerinde düşündünüz mü? Bu belleksizlik ne anlama gelir ve böyle bir tuzağı nasıl etkisizleştirebiliriz?

İ. HALİL ÖZAK – Toplumsal bellek nasıl oluşur? Kanımca bunun şartları var. Ne Almanya’ya gelen Türklerin Almanya’da uzun süre kalma niyetleri vardı ne de Almanların onları burada tutma niyeti. Gelenler bir süre sonra gitmek, diğerleri de onları geri göndermek istiyordu.

Türk göçmenlerde, evlerde olmasa bile, kafalarda bavullar önümüzdeki baharda, önümüzdeki yaz, küçük oğlan okulu bitirince veya kıza sıra gelmeden gitmek için hazırlanmıştı. Almanya’da en uzun süre iktidar olan parti CDU (Hıristiyan Demokrat Birlik), 1961’den 2005 yılına kadar Almanya’nın bir göçmen ülkesi olmadığını savundu.

CDU her olayda, her fırsatta , misafir işçi olarak gelenlerin geri döneceklerini, dönmek zorunda olduklarını vurguladı. Göçmenleri dışlayıcı tutum, çeşitli seviyelerde diğer partilerde de olmasına karşın, 2005 yılına kadar göçmenleri ret politikasının başını Almanya’da CDU çekti.

Bu tutum, özellikle yeni kuşak göçmenlerde, kendilerinin bu topluma ait olmadığı duygusunun gelişmesine yol açtı ve bu toplumun gelişmesine yapabilecekleri katkıyı da engelledi.

BİNLERCE TÜRK GERİ GÖNDERİLDİ

CDU 1982 yılında iktidara gelince, hükümetin önüne koyduğu dört acil sorundan biri göçmenlerin, esasta Türk göçmenlerin sayısını azaltmaktı. CDU ile liberal FDP (Hür Demokrat Parti) koalisyonu binlerce Türk göçmeni Türkiye’ye gönderdi.

Aslında Alman hükümeti onları oyuna getirdi. Türk göçmenler Alman emeklilik kasasına ödedikleri kendi primlerini, Alman hükümetinin ve işverenlerin kişi başına farklı miktarlarda ödediği paraları alarak Türkiye’ye döndüler. Helmut Kohl hükümeti, onların ağızlarına bir parmak bal çalarak gönderdi. Gidenler Almanya’da çalıştıkları sürelerde elde ettikleri birikmiş bütün haklarını, özellikle de emeklilik haklarını kaybettiler. Alman hükümeti emeklilik sigortasına ödenen işveren paylarını giden işçilere ödememişti. Alman emeklilik sigortası bu yolla 4,5 -5 milyar mark arasında kazançlı çıktı. Giden Türk göçmenler ilerde doğacak emeklilik haklarını kaybettiler ve bu birikimleri Türkiye’de SSK’ya aktaramayacakları için büyük zarara uğradılar.

CDU (Hıristiyan Demokrat Birlik), AB üyesi olmayan ülkelerden gelen göçmenleri, özellikle Türkleri seçim kampanyaları haline getirdi. Bunun somut örneği ise, 1999 yılında Hessen eyaletindeki seçimler oldu. CDU’nun Hessen eyaletindeki başbakan adayı Roland Koch, seçilme şansı olmadığını görünce, kiliselerin, sendikaların, çeşitli sivil toplum kuruluşlarının karşı çıkmasına rağmen, Türk göçmenlerin çifte vatandaşlık taleplerine karşı bir imza kampanyası başlattı. O dönemde bu talebin gerçekleşebilmesi için siyasi bir ortam yoktu ama Roland Koch bu talebi istismar etti.

– Yani yabancı karşıtlığında ekmek olduğunu sağ keşfetmişti çoktan…

İ. HALİL ÖZAK – Evet, örneği çok. Almanya’nın eyaletleri arasında ekonomik büyüklüğü bakımından beşinci sırada yer alan ve ülkenin en önemli eyaletlerinden biri olan Hessen’de seçim kampanyası, doğrudan Türk göçmenlere karşıtlık üzerinden yürütüldü. Haftalarca nereye gitseniz, duvarlarda Türk göçmen karşıtı afişler, sokak başlarında, pazar yerlerinde, alışveriş merkezlerinde ellerinde listelerle Türk göçmenlere karşı imza toplayan insanlar görüyordunuz.

Hessen’e dışarıdan gelen biri, bu eyaletin Türk göçmenler tarafından işgal edildiğini düşünebilirdi. Yetenekleriyle öne çıkmayan, fakat adı Hessen’deki CDU’nun parti yönetiminin partiyi finanse etme skandalına  karışan Roland Koch, 7 Nisan 1999’da başbakan seçildi. Elindeki tek koz Türk göçmen karşıtlığıydı. CDU ’nun Almanya’da iktidar olduğu dönemlerde göçmen karşıtı skandallar sürüp gitti.

1991 yılının eylül ayında Saksonya eyaletindeki Hoyerwerda şehrinde bir grup ırkçı genç, Alman Demokratik Cumhuriyeti (DDR) döneminden kalan Vietnamlı işçilerin yurt olarak kullandığı apartmanı kundakladı. Apartmanı, içindeki insanlarla birlikte yakmaya kalktı. Daha da kötü olanı, yetişkin insanlardan oluşan kalabalık bir grubun, gençleri engelleyeceklerine, alkışlarla onları daha çok teşvik etmesiydi.

1992 yılında Almanya’nın Mölln kentinde bir Türk göçmen ailenin evi, neonazi gençler tarafından kundaklandı. Aileden 3 kişi hayatını kaybetti.

Anlattıklarım, sadece birkaç olaydan kesitler. Göçmenlere bu saldırılar olurken, Alman yetkililerin en önemli endişesi, Almanya’nın dünyadaki itibarının zedelenmesi idi.

Bundan dolayıdır ki, saldırganlar, örgütlü olmayan tek tek kişiler, yolunu şaşırmış, ne yaptığını bilmeyen gençler vb. olarak açıklandı. Böylece bir taraftan toplumun ırkçılığa karşı uyanıklığı köreltilirken, diğer taraftan da göçmen karşıtlığı, en azından toplumun bir kesiminde normal, sıradan günlük bir olay gibi görülüyordu. Toplumun bir kesimi, kiliselerin yöneticilerinin önemli bir bölümü, sendikalar, çok sayıda sivil toplum kuruluşu ve göçmen örgütleri, bu siyasi atmosfere karşı çıkarken, CDU da toplumu, Almanlar ve geri gidecek olan “misafir işçiler” diye sürekli ayrıştırıyordu.

Toplumsal olarak, insanları ayrıştıran, Almanlarla göçmenleri karşı karşıya getirmek isteyen, bu konuda belirli ölçüde de başarılı olunan bir siyasi atmosfer oluştu.

Bu atmosferde 1998 yılında, Almanya’nın Thüringen eyaletindeki Jena şehrinde NSU (Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü- Nationalsozialistische Untergrund) adlı sözde sadece üç kişiden oluşan ırkçı bir örgüt kuruldu. NSU, kurulduğundan 2011’e kadar, 8’i Türkiye’den gelen göçmenler olmak üzere, bir Yunan, bir de Alman polisi, toplam 10 kişiyi öldürdü. Bu cinayetlerde ırkçı saldırı belirtileri olmasına karşın, kolluk kuvvetleri, bunların Türk uyuşturucu mafyası arasındaki çatışmalar, döner satıcıları arasındaki çatışmalar, kısaca, “döner cinayetleri” olduğunu ileri sürdüler. Açıklamalar bu yöndeydi.

Yetkililerin pervasızlığı, utanmazlığı o dereceye vardı ki, öldürülen çiçekçinin, bakkalın, terzinin, döner üretimi, döner satımı, hatta döner mafyası ile nasıl bir ilişkisi olduğunu da açıklamadılar. Türkiye’nin farklı şehirlerinden göçmen olarak gelip, Almanya’nın farklı şehirlerinde, farklı işler yapan, aralarında dönercilerin de olduğu ve aynı silahla öldürülen insanların eşlerini, ailelerini suçladılar. “Siz eşinizi, babanızı, kiralık katil tutarak öldürttünüz,” bile dediler.

“BİZDE BÖYLE ŞEYLER OLMAZ” ALDATMACASI

Zannedersiniz ki, Almanya’da bir yerde kiralık katil merkezi var. Birbirini tanımayan, farklı şehirlerde oturan kadınlar, o merkeze giderek, aynı kiralık katili kiralıyordu ve o kiralık katil de aynı silahı kullanarak, o kadınların kocalarını öldürüyordu. İş çığırından çıkmıştı. Öldürülen insanların eşlerinin, çocuklarının kişilikleri ayaklar altına alındı, onurları çiğnendi. Babalarını, eşlerini öldürtmekle suçlandılar.

Olayın en abes noktası ise olayları sosyal açıdan değerlendiren polis yetkilisinin, “Bizde (Almanlarda) bu şekilde öldürme kültürü yoktur, bu katiller Alman olamaz,” diyerek rapor sunmasıydı. Bütün bu gelişmeler olurken, başbakanlar, federal ve eyalet içişleri bakanlar olaylar karşısında sessiz kaldılar. Tek istisna, Bavyera içişleri bakanıydı. Söz konusu bakan, kendi eyaletinde bu cinayetler olduğunda, “Burada aşırı sağcı bir yön olduğu şüphesi var, araştırılsın,” diye evraka not düşmüştü.

Oysa NSU çetesi tek tek insan öldürmekten, topluca öldürme aşamasına geçiş de yapmıştı. Köln’deki Türk işletmelerinin ve müşterilerin en yoğun olduğu caddeye çivili bombalar yerleştirdi. Bomba yüklü bisikleti sokağa, Alman görüntülü iki kişinin koyduğunu görenler polise bildirdiler. Patlayan bombanın etkisiyle, çok sayıda insan yaralandı, dükkânlar tahrip oldu, sakat kalanlar oldu. Ancak Federal İçişleri Bakanı Otto Schily, olaydan yarım saat sonra utanmadan, “Bu saldırının Almanlarla ilgisi yoktur, esnafın kendi arasında çatışmasının ürünüdür,” yolunda bir açıklama yaptı. Polis için de açıklama yapmadan önce, olayın araştırılmasını isteyen görevliler itiraz etse de, bu itirazlar dikkate alınmadı.

Sekizi Türk, bir Yunan göçmeni ve bir Alman polisi, NSU adlı ırkçı, faşist bir gizli örgütün öldürdüğü, ailelerin tamamen suçsuz olduğu, dönercilerin katliamda parmağı olmadığı, sadece döner satmaya çalıştıkları ortaya çıkınca, toplum bir sarsıntı geçirdi. İnsanlar, büyük ölçüde devletin desteğiyle oluşan önyargılardan utanır oldular.

Devleti yönetenler ve politikacılar mahcup bir dille, özür diler gibi yaptılar. “Katillerden hesap sorulacağı, adaletin yerini bulacağı,” gibi sözler ettiler.

– Söylemleriyle eylemleri birbirini tutmuyordu galiba…

İ. HALİL ÖZAK – Ama onların esas sıkıntısı Almanya’nın itibarının dünyada zarar görmemesiydi. Güya üç kişiden oluşan örgütün iki üyesi polise yakalanmamak için intihar etmişti. Sadece bir örgüt üyesi, birkaç da destekçi yargılanıyordu. Silahı temin eden, evleri kiralayan gibi… Zaten çok az sayıda olan (!) ve tutuksuz yargılanan destekçilerin birkaçı trafik kazasında veya eceliyle öldü. Kala kala geriye, bir asıl suçlu, birkaç da destekçi kalmıştı. Devlet içinde, Alman Anayasayı Koruma Örgütü’nde bu çeteyi destekleyenler, onların varlığından haberdar olanlar yoktu. Anayasayı Koruma Örgütü’nün bazı eyaletlerinde NSU ile ilgili evraklar birdenbire ortadan kaldırıldı. Nedeni sorulunca da, “Bu evrakları yok etme süresi geldiği için imha edildiler,” açıklaması yapıldı.

Mahkemenin görevi belliydi. Katledilen göçmenlerin bazı avukatlarının bütün çabalarına karşı, mahkeme birkaç “yolunu şaşırmış” genç adamda ısrar ediyordu. Mahkeme esas olarak Almanlardan gelen bütün tepkilere karşın kararını verdi. Bir esas suçlu, birkaç tane de yardımcı mahkûm edildi.

Ne hikmetse, Hessen eyaletinde Yeşillerin de ortak olduğu CDU hükümeti, NSU tarafından öldürülen göçmenlerle ilgili belgelere 120 yıl gizlilik şerhi koydu. Protestolar üzerine, gizlilik süresini 30 yıla indirdi.

Ancak göçmenlerin neden katledildiğinin, bu katilleri kimlerin desteklediğinin ortaya çıkmasının önü kesildi. Esas olan, Alman devletinin dünyadaki itibarıydı… Devletin, suçluları tek kişi, yolunu şaşırmış birkaç genç, psikolojik sorunu olan kişiler diye değerlendirmeye çalışması, günümüze kadar da sürüp gitti.

Ama olaylar bitmedi. Örneğin daha sonra, 19 Şubat 2020’de Hanau’da bir ırkçı, art arda göçmenlerin yoğun olarak gittiği iki kafeye saldırdı. Aralarında beş Türk’ün de olduğu dokuz göçmeni öldürdü. Sonra da annesini öldürerek intihar etti. Nasıl oluyorsa, katil yine psikolojik sorunları olan tek bir kişi oluyordu. Hem atıcılık kulübü üyesiydi, kulüpte atış talimleri yapıyordu, hem de ruhsatlı birkaç silahı vardı. Ancak bu kişinin siyasi görüşünü hiç kimse bilmiyordu, hiç kimse ne yapmak istediğini duymamıştı.

Kuyumcu dükkânı işleten göçmen kökenliler ancak büyük zorlukla işyerinde silah bulundurma ruhsatı alabilirken, öyle birine ruhsatlı birkaç silah neden verilirdi?

Hem NSU davalarında hem de Hanau katliamının ardından bazı ailelerin avukatlığını yapan Avukat Seda Başay Yıldız’a, öldürülen göçmenlerin davalarına baktığı için, çocuğunu bile tehdit eden “NSU.02” imzasıyla mektuplar gönderildi. Seda Başay Yıldız ve çocuğu hakkındaki bilgiler, ancak resmi kurumlardan edinilebilecek bilgilerdi. Yıldız hakkındaki bilgilerin Frankfurt’taki bir polis karakolundan alındığı ortaya çıktı. İlişkili olan polisler görevden alındı, ama devlet memurluğundan atılmadılar, bu söyleşinin yapıldığı güne kadar hiçbir iş yapmadan maaşlarını alıp oturuyorlar.

NSU.02 imzalı mektuplar Sol Parti Başkanı Janine Wissler ve Türk kökenli sinema oyuncusu ve Stand Up sanatçısı İdil Baydar’a da gönderildi. Bu mektupların gönderildiği daha başka kişiler de var. NSU.02 imzasıyla mektupları gönderen kişi yakalandı. Göçmen karşıtı, polis tarafından ırkçı eylemleriyle bilinen biriydi. Ancak mahkeme kararına göre, ne hikmetse, yalnız tek bir kişiydi. Bağlantıda olduğu, kendisine adresleri veren bilgileri aktaran hiç kimse yoktu, açığa alınan polislerle veya başka polislerle de ilişkisi yoktu. Gerçi mahkeme de bu “ilişkisizlik ilişkisini” açıklayamıyordu ama, adam tekti. Hiç altı, üstü, sağı, solu yoktu.

TOPLUMDA İYİLER VE KÖTÜLER VAR

– Toplum tamamen böyle, tekdüze bir karşıtlığı aynen üstleniyor mu sizce? Çoğunluk toplumundan söz ediyorum…

İ. HALİL ÖZAK – O kadar basit değil tabii. Ben lise yıllarımdan beri hem Türkiye’de hem de Almanya’da amatör tiyatro gruplarında oynadım. Bugün bir sahnem olmadığı için, Frankfurt’un en işlek caddesine giderek, “Hepsi tekti, tek, hastası da tekti, psikolojik sorunları olanı da tekti, sağlıklısı da tekti göçmenlere saldıranların, on yıllardır onları öldürenlerin hepsi bağlantısız tek insanlardı!” diye bar bar bağırasım geliyor.

Böyle bir ortamda kalıcılık belleği de çok zor oluşturulur. Size bir örnek vereyim. Frankfurt Fuarı’nın karşısındaki tramvay durağında oturulacak bir bank vardı. 70’li yılların sonundan 80’li yılların ortalarına kadar bu bankın üzerinde kalın siyah harflerle, çok düzgün bir el yazısı ile “Türken raus!” (Türkler defolun!) yazıyordu. O slogan yedi-sekiz yıl orada durdu. O slogan Almanya’da göçmenlerin bir kesim tarafından istenmediğinin vurgusuydu, ispatıydı benim için.

Fakat bir gün tesadüfen tramvayla geçerken gördüm. Bir Alman, elinde bir kova, koyu gri renkli boya ve fırçayla bu yüzkarası sloganın üzerini kapatıyordu. Giyiminden belediye çalışanlarından biri olmadığı belliydi, özel bir kişi idi. O yazıyı kapatmayı kendine iş edinmişti anlaşılan. Dönerken gördüm, o kişi sadece o iğrenç sloganı kapatmakla kalmamış, o siyah alanın üzerine ağaç, çiçek ve kuşlar da çizmişti.

– “O kadar da karamsar olmayalım!” mı diyorsunuz?

İ. HALİL ÖZAK – Beni toplumsal konularda hep olumsuz örnekler vermekle eleştirir bazı arkadaşlarım. Bu doğru değildir, ben bir kronolojiyi anlatıyorum. Almanya’nın çeşitli derecelerde göçmenleri zorlayan, onları aşağılayan, kendisiyle eşit saymayan kesimlerini anlatıyorum. Almanya nedir, derseniz, benim için Almanya, hem “Türkler defolsun!” sloganını yazan, hem de o utanç verici sloganın üzerini çiçeklerle kapatan insanlar topluluğudur. Esas olan da çiçeklerle kapatandır. Eğer durum böyle olmasaydı, biz Türkiye’den gelen göçmenler burada 63 yıl duramazdık.

Benim bu konuları uzun uzun anlatmamın nedeni, böyle bir ortamda nasıl bir belleğin ortaya çıkacağını söylemek, bu belleğin zorluklarını dile getirmektir.

– Nasıl bir göç toplumu bu? Türkiye kökenli göçmenlerin, bu ülkeye büyük katkısı olduğunu, ancak bu katkıyı çoğunluktaki yerleşik Alman toplumunun olsun, azınlık Türkiye kökenli toplumun olsun, layıkıyla değerlendirmediğini ileri sürüyorsunuz . Neden böyle bu? Gerek çoğunluk (Alman) toplumu, gerekse azınlık (misal: Türkiye kökenliler) toplumu, acaba böyle toplumsal bir bellek yokluğunu mu tercih ediyor? Daha açığı: Bir bellek silme operasyonu mu var uzun bir süredir gündemde?

İ. HALİL ÖZAK – Göçmen örgütleri, aralarında çeşitli görüş ayrılıkları olmasına karşın, Almanya’nın bir göçmen ülkesi olduğu konusunda uzun yıllardır hemfikirdiler. Bu konuda hemen hatırladığım birkaç isim var. Görüşleri üzerinde tartışabilirsiniz ama Hakkı Keskin “Yerleşme Hakkı” broşüründeki fikirleri ve diğer çabalarıyla, Harun Gümrükçü de göçmenlik üzerine yazıları ve çalışmalarıyla yıllar önce bu konuyu gündeme getirdiler. Faruk Şen’in de Türkiye Araştırmalar Merkezi’ni kurarak bu konuda yaptığı çalışmalarla Almanya’nın bir göç ülkesi olduğunun kabullenilmesi konusunda önemli katkıları vardır. Ben de 80’li yılların başından itibaren verdiğim konferanslarda, Almanca çıkardığım “Forum” ve daha sonraki “Perspektiven” dergilerinde, Almanya’nın bir göç ülkesi olduğunu hep vurguladım.

ALMANYA BİR “GÖÇMENLER ÜLKESİ”

2005 yılına kadar, SPD içindeki bazı kesimler de Almanya’nın bir “göçmen ülkesi” olarak adlandırılmasına karşı çıkıyorlardı, ama bu nitelemeye en büyük tepki ve ret, Hıristiyan demokratlardan, CDU-CSU ikilisinden geliyordu. 2005 yılında Göç Yasası’nın Federal Parlamento ve Eyaletler Konseyi’nde kabul edilmesiyle birlikte, CDU-CSU’nun Almanya’nın göç ülkesi olarak nitelenmesine yönelik itirazı artık anlamını yitirmişti. Yıllardır var olan olguyu kabullenmek zorunda kalmıştı. Almanya artık bir göçmen ülkesi olarak adlandırılıyordu. Alman devletinin bu kararı, göçmenlerin artık bu ülkede kalıcılığının, yerleşikliğinin onaylanması kararıdır.

– Bellekte kalmıştık…

İ. HALİL ÖZAK – Tekrardan bellek sorununa dönersek, şöyle: Yukarıda anlattığım bir ortamda kalıcı bir bellek, insanlar istese dahi, çok zor gelişirdi. Böyle bir ortamda insanlar ancak kendilerini, ailelerini, işlerini, işyerlerini, varlıklarını korumakla meşgul olurlar.

Elbette 2005 yılına kadar da göçmenlerin bir belleği vardı. Ancak hem devletin hem de göçmenlerin büyük bir bölümünün belleği, bir misafirlik belleği idi.

Ancak “Kalıcılığın belleği ile misafirlik belleği farklıdır,” diye düşünüyorum ben.

Almanya’ya gelip çalışan ve sonra Türkiye’ye dönen çok sayıda insan  var. Onlar Türkiye’de, özellikle de küçük yerleşim yerlerinde, köylerde bir Alman’a rastlayınca oturup anlatıyorlar Almanya’da yaşadıklarını, çalıştıkları yerleri, şehirleri. Hele bir de Alman, eğer çalıştığı şehirden geliyorsa, neredeyse akrabasını görmüş gibi oluyor. Böyle bir bellek, “misafirlik belleği”dir.

Benim sözünü ettiğim bellek, kalıcı bir bellek. Almanlarla toplum olarak birlikte, hayatın akışı içinde oluşan bir bellek. Biz özel olarak bir çaba göstermesek de oluşan bir bellek. Yukarıda anlattığım bütün tepkilere karşın, “Göçmenler geri dönecek,” denmesine, bütün zorlamalara karşın, belirli ölçüde, özellikle de genç kuşaklarda ortak bir belleğin oluştuğu kanısındayım. Alman ve göçmen toplumundan bazı kesimler kabul etmeseler bile, bu, ortak bir coğrafyada 65-70 yıllık bir tarih içinde oluşan bir bellek.

Siyaseti değiştirebilirsiniz ama coğrafyayı değiştiremezsiniz. Bu coğrafyada, birlikte getirdiklerimizle, Almanya’da var olanla yoğrulan, ortak bir sosyal yapı, ortak bir tarih ortaya çıkıyor, çıkacak. Nüfusunun yüzde  29,7’si (Mayıs 2024 resmi istatistikleri) göçmen kökenli olan bir toplumda bu gelişmeyi engellemek olanak dışı. Doğal olarak da, gelişmede tayin edici olan Alman toplumu olacaktır.

Alman toplumu, AfD (Almanya için Alternatif) partisinin önde gelenlerinden faşist Björn Höcke, “Ben, Almanya’da yüzde 20-30 daha az nüfusla yaşayabileceğimi düşünüyorum,” diyor. Burada kastedilen nüfus, göçmen nüfusudur.

Höcke’nin arzusu, ergenlik çağında teori üretmeye çalışan birinin hayal dünyasıdır. Bugün, soru, “Biz göçmenlerle bir arada yaşayabilir miyiz?” sorusu değildir. Soru, “Biz göçmenlerle nasıl birlikte yaşayacağız, onların da getirdikleriyle hangi ortak değerleri yaratacağız?” sorusudur.

Gerek çalışma hayatında, gerekse sosyal hayatın her alanında ortak değerler yaratmak istiyorsak, bu değerlerde bıraktığımız izlerimizin olmasını istiyorsak, o zaman göçmenlerin de ellerini taşın altına koymalarının gerekli olduğunu düşünüyorum. Tabii ki Türkiye ile ilişkiler sona ermez. Teknolojinin bu kadar gelişmiş olmadığı ilk dönemlerde bile, insanlar Türkiye ile olan ilişkilerini hiç aksatmadılar.

Ancak Alman toplumuna uzaktan bakarak, misafir gibi durarak, “Bu, onların sorunu,” demek olmaz. Almanya’daki hava kirliliği, pahalılık, ekonomik ve siyasi zorluklar, Alman veya göçmen  ayrımı yapmadan herkesi ilgilendiriyor.

Örnek vereyim: Nüfusunun yüzde 53’ü göçmen kökenli olan Frankfurt’ta, AfD’nin ırkçılığına karşı yapılan yürüyüşe 25 bin kişi katıldı. Mitinge katılan göçmenlerin sayısı ise 1000 kişiyi geçmezdi. Benim, “elini taşın altına koymaktan” kastettiğim, bu durumdur.

– İşçi göçü, tanımı itibariyle soldadır. Fakat Türkiye kökenli solun tarihi pek işlenmiyor burada. Oysa Türk sağının ciddi bir bellek birikimi var: Bu ülkede 2800 cami ve mescit olduğu belirtiliyor. Bunların ezici çoğunluğunda Türkiye kökenli Müslümanların damgası var. Fakat benzer bir birikim ve bu birikimi taşıyacak kurumlaşmalar solda yok. “Solun bir belleği yok bu ülkede,” diyorsunuz. Neden böyle bu?

İ. HALİL ÖZAK – Birkaç yıl öncesine kadar, Türkiye’deki partilerin yurtdışında örgütlenmesi yasaktı. Yurtdışında yaşayan T.C. vatandaşlarına oy hakkı verildi ve partilere yurtdışında örgütlenme yasağı kaldırıldı. Bu yasak kaldırıldığından beri çeşitli partiler seçim çalışması da yürütüyorlar. Ama CHP ve AKP dışında hangi partilerin resmi olarak yurtdışında örgütlendiğini bilmiyorum.

CAMİLER, DERNEKLER VE İŞÇİLER

Doğrudur, genel olarak sol, derneklerde, sendikalarda, işçi ve meslek kuruluşlarında örgütlenir. Siz Almanya’da en az 2800 cami ve mescit olduğunu ve Türkiye’den gelen sağın camilerde örgütlendiğini belirtiyorsunuz. Camiye her gidenin, siyasi olarak sağda olduğu yanlışına düşmememiz gerekir, diye düşünüyorum. Türkiye’den gelen insanlar çok büyük bir çoğunlukla Müslüman. Bunlardan Sünni olanlar camilere, Alevi olanlar ise son yıllarda cemevlerine gidiyorlar.

İlk yıllarda Türkiye’den gelen işçilerin ibadet edecek yerleri yoktu, Arşivlerde Köln’deki bir kilisede bayram namazı kılan işçilerin fotoğrafları var. İlk yıllarda insanlar, bazı işyerlerindeki ve işyerlerine ait yurtlardaki odaları mescit olarak kullandılar. İşçi derneği adıyla dernekler kurdular ve o derneklerin bir odası da mescit olarak düzenlendi.

Sağın, daha farklı bir deyişle, İslamcıların camilerde örgütlenmesi, esas olarak kalıcılığın ortaya çıkmasına paralel olarak gelişti.

1960 yılların ortasından itibaren Türkiye’deki irili ufaklı bütün tarikatlar, cemaatler, camilerde örgütlenmeye başladılar. Adım adım kendi camilerini, bu camilerin çevresinde de bakkal, fırın, lokanta, kasap hatta kendi küçük çaplı pansiyonlarını vs. açtılar.

Türkiye kökenli solun Almanya’da örgütlenmesi ise daha geç oldu. 1971’deki 12 Mart askeri darbesine kadar Almanya’nın büyük şehirlerinde işçi dernekleri içinde sosyal demokrat, sol örgütlenmeler vardı.

Bir de Almanya’daki üniversite şehirlerinde Türkiye’den gelen öğrencilerin kurdukları öğrenci dernekleri, Almanya Türk Öğrenci Dernekleri Federasyonu (ATÖF) çatısı altında örgütlenmişlerdi. Ancak solun Türk göçmenlerin yoğun olduğu şehirlerde, çeşitli dernekler kurarak, bu dernekleri bir federasyon çatışı altında birleştirmesi vb. örgütlenme biçimleri 12 Mart 1971 askeri darbesiyle birlikte daha da yoğunlaştı.

1980 askeri darbesinden sonra da, Türkiye’de sol olan parti, kurum, dergi, gazete ne varsa baskı altına alındı. Bundan sonra da ve zaman içinde yurtdışında örgütlenmeler zayıfladı.

Almanya’da din ve cami çerçevesinde en büyük ve resmi örgütlenme T.C. Diyanet İşleri Başkanlığının bir örgütlenmesi olan DİTİB’dir. Diğer bir örgütlenme de, uzun yıllar Necmettin Erbakan’ın yönetiminde olduğu MSP (Milli Selamet Partisi) tarafından kurdurulmuş Milli Görüş Teşkilatı’dır.

DİTİB her zaman Almanya’da örgütlenen çeşitli İslami tarikat ve cemaatlerin etkinlik sağlamak için bir çatışma alanı oldu. Basında bu tür haberler çok çıktı. Milli Görüş içinde etkinlik sağlama çatışmaları da defalarca Alman basınına yansıdı.

Sizin belirttiğiniz 2800 caminin, toplumda Almanya’ya yönelik kültürel bir kalıcılık belleği yaratmaya çalıştığı kanısında değilim.

– Fakat bir toplanma ihtiyacı var ve bir mekân hizmeti veriyorlar… Bu, açık…

İ. HALİL ÖZAK – Onlar iki şeyi yapıyorlar. Birincisi, kendi dini cemaatlerine, tarikatlarına insan ve maddi destek sağlamak. İkincisi, Müslümanlığın da Hıristiyanlık, Yahudilik gibi Almanya’ya ait bir din olduğunu devlete kabul ettirmek.

Tabii bu kabullenme, Hıristiyanlarda olduğu gibi, yani kiliseye kayıtlı insanlardan kilise vergisinin kesilip kiliseye aktarması gibi Müslümanlar için de talep edilecek mi? Soru, bu. Böyle bir talep olursa gerçekleşir mi, bu talep kabul edilirse kimlerden vergi kesilir? Kesilecek vergiler hangi kuruma aktarılacaktır? Kesilen vergilerin aktarılacağı kurum veya kuruluşların kendi üyelerinden başkalarını temsil etme yetkisi var mı? Bütün bunlar çok tartışmalı konulardır.

Wolfgang Schäuble, federal içişleri bakanlığı döneminde, Amerika’daki 11 Eylül olaylarından sonra, Müslüman ülkelerden Almanya’ya gelenlerin “temsilcileri”ni bir araya getirerek bir “İslam Konferansı” oluşturdu, ama bu çalışmadan hiçbir kalıcı sonuç ortaya çıkmadı. Zaten konferansın amacı da göçmenlerin yaşamını kolaylaştırmak değil, Almanya’nın güvenlik politikasıydı, onun bir sonucuydu.

KÜLTÜREL ALANDAKİ İŞLEV

Solda olan dernekler, Almanya’da gelişen ırkçılık, göçmen karşıtlığı türünden olaylarda hızlı tepki verebiliyor. Okuma günleri, edebiyat ve şiir toplantıları yaparak, özellikle kültürel alanda önemli bir işlevi yerine getiriyorlar.

Ancak her iki grubun da çok farklı hedefleri var. Belirli kesimlere yönelmelerine karşın, beraberlerinde getirdikleri ve Almanya’da oluşan, daha da gelişecek olan bir belleğin ürünlerinin bir arada olacağı bir birikim meydana getirme çabası içinde olunduğu kanısında değilim.

– Kurmaya ve kurumlaştırmaya çalıştığınız yerel göç müzesi bu boşluğu doldurabilecek mi? Neler yapılabilir ve siz neler yapabilecek durumdasınız? Neden bu tür bir girişim Almanya’nın yoğun “Türk göçü almış” 10 kentinde kurulmasın? Ağırlıklı olarak Almanca etkinlikler yapılacak bir kurumsallaşmadan söz ediyoruz sonuçta… İzlenim ve gözlemleriniz, varsa önerileriniz neler?

İ. HALİL ÖZAK – Evet, çeşitli mesleklerden arkadaşlar bir araya gelerek, yerel bir göç müzesi oluşturmak için “Türkiye’den Frankfurt’a Göçün Müzesi” derneğini kurduk. Derneğe, başta Türkler ve Almanlardan olmak üzere, Frankfurt’ta öne çıkan insanlardan, çeşitli kurumların ve siyasi partilerin temsilcilerinden oluşan bir danışma kurulu oluşturma çabası içindeyiz.

Derneğin esas amacı, müzeyi kurmak. Bütün çalışmalar, müzenin kurulmasına hizmet edecek. Müzenin çalışmalarını belli başlıklar altında şöyle sıralayabiliriz:

1- Müzenin internet sayfası:

Müzenin bir yeri, bir binası oluncaya kadar, müze sanal bir müze olacak. Kuracağımız internet sitesi, müzenin dili, topluma açılan penceresi ve yüzü olacak. Müzenin sergileri, çalışmaları, bildirimleri, göçmenlerle yapılan bütün söyleşiler ve atölye çalışmaları burada yayınlanacak.

2- Birinci kuşaktan göçmenler ile yapacağımız söyleşiler projesi:

Bu proje çok yönlü bir çalışma olacaktır. Projenin en önemli ayağı, daha fazla geç kalmadan, birinci kuşağın yaşamına, tarihine özgü bir arşiv oluşturmak olacaktır. Birinci kuşaktan göçmenlerle söyleşilere başladık. Bu söyleşiler,

a- Müzenin internet sayfasında yazılı ve görsel olarak yayınlanacak.

b- Yapılan söyleşiler Türkçe ve Almanca olarak bir kitapta toplanacak.

c- Zaman içerisinde, artan kitap sayısıyla birlikte, bu kitaplar bir yayın projesine dönüştürülecek.

Bu yolla müze için bir yayınevi kurulmasını da amaçlıyoruz. Türk ressam ve karikatüristlerin çizimleriyle çocuk kitapları, Türkiye mutfağına özgü, bölgesel ve yöresel yemek kitaplarını müzenin yayınevinde yayınlanmasını planlıyoruz. Müzenin olanakları çerçevesinde, “Tarladan Sofraya, Türkiye’de Yemek ve Yemek Kültürü” adıyla konferanslar düzenlemeyi amaçlıyoruz. Ben 80’li yılların ortalarında, Bremen radyosunun “Biz Bize” adlı Türkçe bölümünde çalışırken, çeşitli ülkelerle ilgili olarak “Tarladan Sofraya” adlı birkaç program hazırlamıştım. Ancak Bremen Radyosu’ndaki Türkçe bölümü kapanınca bu çalışmayı sürdüremedik. Müzenin olanakları ölçüsünde bu alanı, “Tarladan Sofraya Türkiye’de Yemek ve Yemek Kültürü” adıyla bir atölye çalışmasına dönüştürüp uygulamalı hale de getirebiliriz.

Türk mutfağı çok sayıda etnik mutfaklardan meydana gelen, zengin bir mutfaktır ve vejetaryen bir mutfak olarak bir cennettir. Bu atölye çalışmasını başarabilirsek, Alman ve Türklerden çok ilgi göreceğine inanıyoruz.

YENİ YAYIN PROJELERİ

Ayrıca yayın projesi geliştikçe, zaman içinde Türkiye ve göçmenler üzerine üniversitelerde yazılan çeşitli bitirme ve doktora tezlerinin de yayınevinin programına alınmasını planlanıyoruz. Halen baskanlığını yürüttüğüm Türkiye Enstitüsü bitirme tezleri ile ilgili bir çalışma yürüttü. Gülenc Yayınevi ile ortak bir çalışmaydı bu ve bazı metinler de bastı.

d- Müze, birinci kuşaktan göçmenler ile yapılan söyleşileri “Torunlar soruyor, büyükanne ve büyükbabalar cevaplıyor” adıyla okullarla ortak bir proje haline getirme çalışması yapıyoruz.

Bu yolla hem daha kısa sürede, daha çok birinci kuşaktan göçmene ulaşmış olacağız, hem de torunları dernek çalışmalarına katma olanağı bulabileceğiz.

3- Fotoğraf sergileri: İstanbul’daki Haydarpaşa Garı’ndan başlayarak, Türkiye’den Frankfurt’a gelen göçmenlerin yaşamları ile ilgili fotoğraf sergileri.

a- Göçmenlerin yaşamını genel olarak anlatan fotoğraf sergisi.

b- Kadın çalışanlarla ilgili özel bir fotoğraf sergisi.

c- Çeşitli işkollarında çalışan göçmenlere özgü fotoğraf sergileri. Örneğin, Frankfurt’taki fabrikalarda çalışan işçilerle ilgili sergiler (Adler, VDO çalışanları). Frankfurt’taki diğer işkollarında çalışan işçilerle ilgili fotoğraf sergileri.

Başta da anlattığım, iş, işçi ve işyeri mücadeleleri ile ilgili belgeler, objeler bulundukça bunları ayrı bir bölüm olarak yayınlamayı düşünüyoruz. Frankfurt’a göç, esasında işçi göçü olduğu için, bu konuya ayrı bir önem vermemiz gerektiğine inanıyoruz.

Bu fotoğraf sergilerini okullarda, çeşitli kurumların salonlarında, bankaların girişleri gibi uygun alanlarda açmayı planlanıyoruz. Bu sergiler zamanla bütün Hessen eyaletini ve “Rhein-Main” bölgesini kapsayacak şekilde “Gezgin Sergi”ye (Wanderausstellung) dönüştürülebilir.

Göçmenlerin yaşamlarını anlatan fotoğraflar toplandıkça, bu fotoğraf sergilerini daha da çeşitlendirebiliriz.

4- Objeler sergisi: Türkiye’den gelen göçmenlerden toplanan objelerle hazırlanacak olan sergiler. Bunlar hem Türkiye’den getirilen kullanılacak eşyalar, hem de evraklar, yazışmalar, geliş biletleri, sigorta kartları vb. olabilir.

Geçicilik kalıcılığa, misafir işçilik göçmenliğe dönüştükten sonra, kullanılan çok farklı objeleri de toplamayı, değerlendirmeyi ve arşivlemeyi amaçlıyoruz.

Müze zamanla, sabit ve gezici olarak, Türk göçmenlerin beslenme alışkanlıkları, tüketim eşyaları vb. üzerine de özgün sergiler düzenlemeyi planlıyor.

5-Kitap Sergisi:

a- Birinci aşamada,1961’den başlayarak, Almanya’da yaşayan Türk kökenli romancıların, hikâyecilerin ve şairlerin kitaplarını sergilemek istiyoruz.

b- İkinci aşamada, yine 1961 yılından beri Türkiye kökenlilerin edebiyat dışı yazdığı kitaplarla da sergiyi genişletmeyi amaçlıyoruz.

c- Üçüncü aşamada, Türkiye üzerine yayınlanmış Almanca kitaplari bir araya getirerek, bu kitapları sergilemek istiyoruz. Bu yolla, adım adım bir “Türkiye Kitapları” kütüphanesi oluşturmak amacımız. Böyle bir arşiv oluşturarak, müzeyi göçle ilgili bir buluşma, tartışma ve araştırma yapma merkezi haline getirmeyi hedefliyoruz.

Kütüphanenin oluşması için kitap bağışı çağrısı yapacağız, böyle bir çalışma ile çok büyük bir kütüphanenin ortaya çıkacağına inanıyoruz.

Çeşitli zaman dilimlerini içeren kitap sergilerinin açılmasıyla birlikte, Türkiye ile ilgili, Türkçe-Almanca iki dilli bir kütüphanenin kurulması, ancak yer sorunu çözüldükten sonra gerçekleşebilir.

6- Okuma günleri:

a- Almanya’da yaşayan romancı, hikâyeci ve şairlerle okuma günleri.

b- Türkiye’den gelen yazarlarla okuma günleri.

c- Kitapları Almanca yayınlanan ve Almancaya çevrilen yazarlarla iki dilli okuma günleri.

7- Türk ressamların sergileri: Frankfurt’ta ve Almanya’da yaşayan Türk ressamlar var. Çeşitli mekânlarda bu ressamların sergilerini açıp, onlarla ilgili akşamlar düzenlemeyi amaçlıyoruz.

8- Karikatür sergileri: Frankfurt’ta ve Almanya’da yaşayan Türk kökenli karikatüristler var. Müze bu karikatüristlerin sergilerini açmayı planlıyor.  Müzenin, göçle ilgili karikatürlerden oluşan bir karma sergi düzenleyip, bütün Almanya’da “Dolaşan Karikatürler” adı altında gösterime sunma tasarıları da var.

9- Konserler: Frankfurt’taki “Alte Oper” ve benzeri kurumlarla, Türk müzisyenlerinin verdiği ortak konserler düzenlemeyi hedefliyoruz.

Ayrıca Almanya’daki Türk müziği ve göçmenlikle birlikte ortaya çıkan müzikle ilgili araştırmalar var. Bu araştırmacılarla birlikte toplantılar, müzik akşamları düzenlemeyi amaçlıyoruz.

10- Sinema akşamları:

Almanya’ya göçü, göçmenlik olgusunu ve göçmenleri anlatan sinemacılar var. Bu sinemacılarla sinema akşamları düzenlemeyi planlıyoruz. Türk ve Alman sinemacılarla göçmen kökenli sinema oyuncularının oynadıkları filmleri de sinema akşamları programına alacağız.

Ayrıca göçmenlerle ilgili belgeselleri de “Sinema Akşamları” programına alarak, bu belgesellerle göç konulu bilimsel konferanslar düzenlemek istiyoruz.

Sözünü ettiğim çalışmaların büyük bir bölümü veya birkaçı Frankfurt’taki derneklerin çalışma alanına giriyor. Ancak başta da anlattığım gibi, bizim bütün çalışmalarımızın esas hedefi, durağan olmayan, kalıcı ve kendini sürekli yenileyen bir müze oluşturmak.

– Böyle bir proje Almanya’nın yoğun Türk göçü almış diğer şehirlerinde de gerçekleştirilebilir mi?

HALİL ÖZAK – Neden olmasın? Bu, sonuçta Türk göçünün geçmişine ve Almanya’nın geleceğine yönelik bir proje. Projeyi hayata geçirecek bir ekip, Alman kurumlarını ve çeşitli şahsiyetleri de projeye katarak başlayabilir. En önemli sorunlardan biri finansman olacaktır. Bazıları bu gibi çalışmaların Alman kurumlarınca finanse edilmeyeceğini, edilemeyeceğini ileri sürüyor. Ben aynı kanıda değilim. Bu projede Almanya’nın kendisi de finanse edilen projelerden biri olacaktır. Burada tayin edici olan, iyi bir proje sunmak ve uzun nefesli olmaktır. Başka şehirlerde bu doğrultuda bir çaba olursa, biz desteğe hazırız.

 

 

Kaynak: https://biryenicumhuriyet.com.tr/2024/09/04/dr-i-halil-ozak-ve-kesintisiz-tarih-almanyadaki-turkiye-icin-muzeler/

 

Fonds Soziales Wien

Relevante Artikel

Back to top button