İşkenceler ile 1980 darbesinde öldürülen yayınevi sahibi İlhan Erdost’un ardından kızının mektubu
Uzmanların Amerikan emperyazlimin emrinde "gericiliği" Türkiye Cumhuriyeti' ne uzun vadete Atatürk ismini kullanılarak sokan 12 Eylül 1980 A faşist askeri darbesi sonrasında gözaltına alındığı süreçte işgencelerle öldürülen yayınevi sahibi ve yazar İlhan Erdost'un kızı Türküler Erdost Cumhuriyet kaleme aldığı yazısında, "Bu yıl onun 80’inci doğum gününü kutluyor olacaktık. Bak dik durdu. Bir çocuğa esas yük olan 'Babam öldürüldü' demektir" ifadeleri dikkat çekti.
7 Kasım 1980’de ağabeyi, Muzaffer Erdost’la birlikte 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası, yasak yayın basmak ve bulundurmak iddiasıyla gözaltına alınana Onur Yayınları sahibi İlhan Erdost gözaltında emir üzerine işkencelerden sonra dipçiklerle kafasına vura vura öldürülmüştü.
7 Kasım 1980’de Mamak Cezaevi’nde öldürüldüğü belirtilen İlhan Erdost’un kızı Türküler Erdost, Cumhuriyet gazetesinde „Babamın ardından hesaplanamayan 44 yıl“ başlıklı yazısında „Yaşanan yıllar, yaşanamayan yıllar, babamdan fazla yaşadığım yıllar, babamsız yaşadığım yıllar. Hesaplamalar arasında ayırdına varıyorum ki babam yaşasa idi bu yıl onun 80’inci doğum gününü kutluyor olacaktık. Ve yaşadığı yılları düşündüğümüzde ben bu yıl babamdan 10 yaş büyüğüm!“ ifadelerini kullandı.
Türküler Erdost’un Cumhuriyet gazetesinde „Babamın ardından hesaplanamayan 44 yıl“ başlıklı yazısı
„Geçen gün sosyal medyada rastladığım bir paylaşım belleğimde yinelendi durdu: “Bir çocuğun taşıdığı en büyük yük, ebeveynlerinin yaşanmamış hayatlarıdır.” Paylaşım, aslında Carl Gustav Jung’un “Ailenin en büyük trajedisi, ana babanın yaşanmamış hayatlarıdır” sözünün başka türlü dile getiriliş biçimi idi. Doğrudan bir çağrışımla babamın yaşayamadığı hayatını düşündüm. 44 yıllık bir yük. Üstelik normalde acıların zaman geçtikçe sönümleneceği beklentisine karşıt olarak gittikçe büyüyen bir yük. Yalnızca ailesi olarak bizlerin değil, bir toplumun omuzlarında. Öyle ki tarihe de ağırlığını bırakmış durumda. Bizler hep birlikte böyle bir yükü sırtlanarak yaşamımızı sürdürmeye çalışıyoruz.
1995 yılında bir araçla kaçırılarak “kaybedilen” Fehmi Tosun’un kızı Besna Tosun, 2016 yılında 8 yaşındaki oğlu ile Cumartesi Annelerinin Galatasaray Meydanı’ndaki buluşmalarına gittiklerinde, oğlunun, dedesinin kaybı için “İnsanlar el ele tutuşsalar aslında kaybolmazlar” dediğini söylüyor bir söyleşide. İnsanın içine işleyen bu cümle, bir çocuğun yaşamın kirletemediği düşünün dışavurumu. O yaşta, dönüşü olmayan bir gidişi anlamlandırmanın zorluğu tanıdık benim için.
El ele tutuşmak belki gidenlerimizi koruyamadı veya zaten onları bize geri getiremezdi ama acılarda olduğu kadar umudumuzda da el ele tutuştuğumuz, bu yükü el ele tutuşarak biraz olsun hafiflettiğimiz “kocaman bir ailemiz” var diye avunuyorum. Bazen o el, bu yıl Yiğit Bener ve Selahattin Demirtaş’ın “Arafta Düet” kitabında olduğu gibi, yazılan bir metinden uzanıyor. Karşılıklı sözler Yiğit Bener’le bizi yıllar öncesinde başka bir şekilde uzanan aynı ele götürüyor. Kardeşini yanı başında yitiren amcamın anlatımından babamın ölümünü, Brüksel’de Fransızcaya çevirirken daktilonun tuşlarına basan Yiğit Bener’in eline.
YAS, GÜLÜŞ VE UMUT…
Fakir Baykurt, Düsseldorf’tan ulaştırdığı “İlhan Erdost Yazıtı” şiirinde, babam ve amcamdan “okulsuz halkın okumuş çocukları” diye söz ediyor. Karanlıkta kalan halkını ışıyan bir bilinçle buluşturma ereğinde babamı kaybedişimiz bir yandan 44 yıl önceyken diğer yandan da bütün etkileri ile bugünümüzde. Stratejik düşünen bir satranç oyuncusu titizliği ile planlanarak uygulamaya konan 12 Eylül darbesi, toplumun aydınlanması uğrunda emek veren babam gibi birçok aydını hedef almakla kalmadı, kurumlara, kültüre, yasalara ve yaşayışımıza da görevlendirdiği cellatlar ve diktatörler eliyle sızarak zehrini bulaştırmaya bugün hâlâ devam ediyor.
Hesap vermeden gidenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Seçtiklerimiz ve sevdiklerimiz cezaevlerinde. Yaşadığımız coğrafyada kıyımlar, katliamlar sıradanlaştırılıyor. Kız çocuklarının, kadınların örgütlü bir şekilde ya da kentin orta yerinde öldürülmelerinin daha çok tanığıyız artık. Toplu yok edişlerde elimize hayvanların kanı da bulaştı. Yanı başımızdaki savaş çığlıklarını duyamayacak kadar sağırlaştı yüreklerimiz.
ONURLU DURUŞ
Tüm bu toplumsal kanamanın ötesinde bir de “Gülünce kara bıyıkları arasından/ Denizde güneşli çakıl taşları gibi gülen” (İlhan’a Ağıt, Metin Demirtaş) babalarını elinde sigarasıyla çektirdiği siyah beyaz fotoğraflarından, babalarına yazılan şiirlerden, babalarının öldürümünü anlatan yazılardan ve adının hep sevgiyle geçtiği anılardan tanımaya çalışan iki kız çocuğu var. Büyük bir yası daha büyük bir sevgiyle perdelemeye çalışan bir yuvada büyüyen iki kız çocuğu. Daha kendisi çocuk denebilecek yaşta iken eşi öldürülen, üstüne yüklenen sorumluluklarla hep güçlü olmak zorunda bırakılan, diğer yandan da yaslı ve acılı yıllardan direnciyle güçlenerek çıkan, gençliğinin güzelliğini yaşama katan bir kadın var. Yasını, gülüşlerini ve umudu geride bırakmadan incelikle yaşayan, dünyayı bütün kötülüklerine karşın sevgiyle sarmalayan, bunları da üç nesil aktaran bir aile var.
Yıldönümlerinde, bilmiyorum belki de doğal olarak belleğimi sürekli bir hesap yapma halinde buluyorum. Belki de yeniden yeniden incinmekten kaçmanın matematiksel bir yolu bu. Yaşanan yıllar, yaşanamayan yıllar, babamdan fazla yaşadığım yıllar, babamsız yaşadığım yıllar. Hesaplamalar arasında ayırdına varıyorum ki babam yaşasa idi bu yıl onun 80’inci doğum gününü kutluyor olacaktık. Ve yaşadığı yılları düşündüğümüzde ben bu yıl babamdan 10 yaş büyüğüm!
Amcam, bir konuşmamızda, babamın öldürülmesini anlatan bir dizi filminden söz ederken yapımdaki iki unsurdan duyduğu huzursuzluğu dile getirmişti. Bunlardan birisi babamı canlandıran kişinin babamın “yağız, uzun boylu, kara bıyıklı bir delikanlı” olma halini yeterince karşılamadığı idi. İkinci olarak ise yerde sürüklenme görüntülerine değinerek “Biz onca ağır dayağa karşın bir kez olsun sesimizi çıkarmadık. Mamak Askeri Cezaevi’ne yerde sürünerek değil ayakta ve dimdik girdik. İlhan da ben de” demişti.
Yıl hesaplamalarını bir yana bırakırsak tarih bir şeyi çok iyi görüyor ve yarına taşıyor ki yitirdiklerimiz cellatların ve diktatörlerin elinde hiçbir zaman yerlerde sürüklenmediler. İnsanlık onurlarının yerlerde sürünmesine de izin vermediler. Onların yaşayamadıkları hayatları bizlere yük olmadı. Yalnız bize değil, bu topluma da bir yokluk ve acı bıraktı. Zaten bir çocuğa esas yük olan “Babam öldü” demekten daha fazla “Babam öldürüldü” demektir. Hepsinin ötesinde ise o eksik kalan yıllar bizler için bir onur oldu. Babamın yaşamdan koparılışının 44. yılında, sizleri, tüm yitirdiklerimizin, özgür ve barış içinde bir gelecek uğruna kaybettikleri hesapsız yaşamlarından bize kalan onurlu anılarıyla selamlıyorum.“